1 Kasım 2010 Pazartesi

Uzun Ara: "Dont Work the Work, Let the Work Work you."

Ne kadar uzun bir ara vermişim böyle. Hiç farkında değilim. Bu dönem o kadar yoğun ki anlatamam. Şimdi ne oldu da tekrar yazıyosun diyorsunuz belki. Bugün Comedy and Improv dersimiz vardı. O kadar güzeldi ki anlatamam.


Bu kadar vakit geçti neler yaptım onlardan bahsediyim. Bol bol çalışıyorum. Amerikan aksanımı geliştirmeye bakıyorum. İPA öğreniyorum. Monolog/ Scene çalışıyorum, Filmler çekiyorum, partiliyorum :) böyle geçiyor hayatım burda.

Bugün Kasım Ayının ilk yeni dersiyle karşılaştık. Comedy and Improv. CI hocası başta geldi ve....... "I am gonna be either your best friend or worst nightmare. Don't afraid to be stupid, silly.. if you have insecurities, break'em. Or YOU WILL FAIL." PEKİİİİİİİİİİ. Kendisi 1970'lerden fırlamış ex-hippi lezbiyenlere benziyor. Ama bugün bir kez daha anladım ki görünüşe bakıp aldanmamak lazımmış. Hiç diilse şimdilik...

Yaptığımız şeyleri anlatsam anlamayacaksınız muhtemelen çünkü Türkçe terimlerini bulmam lazım. Fakat anlatayim. Amerikada oyuncu olmak demek para demek. Sizin açınızdan diil, prodüksyon açısından. Eğer büyük bütçeli filmlerde oynuyosanız, hata yapma şansınız çok az. Zaten büyük bütçeli filmlerde oynuyorsanız, hata yapmıyorsunuz.

Neyse. Sizin oyuncu olarak yaptığınız her hata veya yönetmene istediği şeyi vermemeniz her 20 dakikada 30 bin dolar. Bu yüzden minimum hata yapıp, sahne tekrarlarını minimuma indirmeniz lazım. Yanlış yapılan her şey ses, ışık, directing ve tabi acting 20 dakika içinde 30 bin dolar trink.

Böyle başladık derse, bunları konuşarak. Zaten burdaki hocalar bunları neredeyse her hafta tekrar ediyor.  Üstünüzde baskıyı arttırıyorlar. Ne Güzel.

İlk yaptığımız şey casting yönetmenlerin oyuncu seçerken kullandığı bir yöntemdi. Bilmem düşünürmüsünüz, oyuncular seçilirken birbirini tanımayanlar löp diye audition'da -yani seçmelerde- karı-koca, ateşli sevgili veya sevişme sahnesi -yastıksız- olursa nasıl,  ne yaparlar diye. Adamı dakka bir gol bir görüyosun. Yeni kadroya eklenmisşin ilk defa on-screen olarak tanımladığımız şekilde ekrandaki elektriğiniz ölçülüyor. Bu sınavı geçtin geçtin. Geçmedin. " You're Fucked Up."Fired. Zaten hata yapmaman lazım Vakit Nakit. 20 dakika -30 bin dolar. AA PARDON BEN EZBERİMİ YAPAMADIM, AA Şurası böyle diilde böyle olsa. IIH. Olmaz. Neyse.. Oyuncuları birbirine kaynaştırmak için yönetmen onları karşılıklı oturtuyor. Göz Göze bakıyorsun. Sana sorular soruyor. I Do veya She does olarak cevap vericen. Sorular nasıl mı?

- Who was beat by her father
-Who is better kisser
-Who wants to go home
-Who is more comfortable naked
-Who is a better cook
-Who is older
-Who drinks much.
-Who can pee further- erkekler için tabi:)
-Who will be a better mom
-Who is better with pets
-Who is better in bed
-Who has secret that can not tell to anyone
.... böyle gider bu

Kendi durumunu ve karşındakini tahmin ederek sorulara cevap veriyorsun. Ne eğlenceli diilmi?

İkinci yaptığımız şey ise: Reklamda oynadık. Her birimize ayrı bir ürün verdi hoca. Onu önce İngilizce sonra Türkçe yani ana dilinde tanıtıyorsun. En çok hoşuma giden şey ise, Türkçe tanıttığımda kimsenin Türkçe bilmemesine rağmen herkes güldü:) Demek etkiliyim:))

ÖDEV var tabi: Aralık sonuna kadar yani son derse kadar, Kendi rahat bölgemizden çıkıp - "comfort zone" hiç olmak istemediğimiz birisi olucaz. Bunu tek başımıza yapmicaz. Alacakaranlıkta yapıcaz ve karanlık olmicak. Yanımızda bize 20 feet uzaklıkta bizi koruyacak iki insan olucak.

Örnek: Evsiz insan. Hayat Kadını, Eroin Bağımlısı, Travesti, Gay aklınıza sizi rahatsız edebilecek ne geliyorsa eğer bulunduğun konumdan rahatsız olmicaksan onu yapmicaksın. Mesela Eroinman mı olucaksın. Skid Row'a  gidip onlardan biri gibi davranıcaksın. Açık vermemen lazım eğer yaşamak istiyorsan:) Hayat kadınımı olucaksın. Hollywood Bulvara gidip onlar gibi giyinip davranıcaksın. Arabalarla konuşmak yasak. Polisle başının derde girmesi yasak. Bunun gibi şeyler. Ve özellikle kızlar için seni gözetleyen gerekirse koruyacak iki bodyguard ile gidiceksin.


OLEY. Çok heyecanlı ve değişik ve süper ve her şey.


Skid Row nedir mi?

http://en.wikipedia.org/wiki/Skid_Row,_Los_Angeles

LA'deki en b.ktan yer.

21 Eylül 2010 Salı

Ağlama Seansı

YA BU Acting okumak ne zormuş. Her dakika duygusal bi travma yaşıyoruz sınıfça. Ağlayanlar zırlyanlar- ben de dahilim tabi.-

Bugün yaptığımız "aktivite" den bahsediyim birazcık. Adı Funeral. En sevdiğim dersin- gerçi hepsini çok seviyorum- en sevdiğim hocalardan birinin dersi. Meisner dersi ve Anthony hocamız :) çok şirin. Neyse...

 Bugün bizden istediği şey, kendi cenazemizde olmamızı hayal etmemizdi. Kendi cenazemizdeyiz ve de kendimize en yakın hissettiğimiz kişinin yerindeyiz. Anne/Baba/Kardeş.. Masada sen yatıyosun ve onların açısından kendinle konuşuyosun. Bunu düşünün bir. 40 dakika boyunca bildiğiniz yırtıldık. Öldük bittik.Öyle bi duygu dolduk ki. Sınıftan çıkınca hepimiz ağlıyoduk, sonra birbirimize sarılıp ağlamaya devam ettik.

Bildiğiniz ağlayarak acting'i öğreniyoruz. Ağlamayı buz dağı gibi düşünün altından çok ama çok büyük şeyler çıkıyor. Ama işe yaramıyor diil. Yarıyor meret. Bunların hepsinin altında kendimizi tanımamız, başkalarıyla empati kurmayı öğrenmemiz ve oynadığımız karakteri tam anlamıyla seyirciye yansıtmamız yatıyor. Ne kadar hissedersen o kadar gerçekçi olursun. Bkz:Marlon Brando, Johny Depp...

Burda günlerim geçerken, anlıyorum ki aktör olmak hiç de kolay değil. kendinizin duygusal ve fiziksel yönden hassasiyetini kabul edip bunun üstüne bazı şeyleri inşa etmeniz gerekiyor. Sonra düşünmeden edemiyorum. Türkiyede "meşhur" olan kaç oyuncu bu kadar yoğun bir duygu sahasından geçmiştir acaba?

15 Eylül 2010 Çarşamba

NYFA Başlangıç

Evet Evet... 


Okul açılalı yaklaşık 1 hafta oldu. Bunun yarısı tatille geçti fakat bu süre zarfında çok güzel arkadaşlıklar kurdum. Sınıfım 14 kişi. Hepside çok iyi insanlar. O kadar iyi anlaşıyoruz ki anlatamam. Aman nazar değmesin. Sabah 9buçuktan, akşam 6 buçuğa kadar okul var. bu saatler bazen akşam 9 buçuk oluyor. Çok yorucu ve yoğun bir tempodayız. Derslerimiz iki buçuk saat ve resmen bir tek çiş molası var 5 dakika. Allahtan sınıfça çok iyi anlaşıyoruz. Şu ana kadar en çok sevdiğim hocalardan biri Acting for Film I hocası olan John Henry.  Kendisi bize filmlerde nasıl rol yapılacağını yani işin hamurunu öğretiyor. Size bir kaç ilginç bir şey söyleyim.Filmlerde yakın çekimlerde yani close-up denilen türde aktör ve aktristlerin gözlerini hiç kırpmadıklarını biliyor musunuz? İnanmıyorsanız gidin bakın. Yakın çekimlerde göz kırpma dediğimiz şeyi göremezsiniz, oyuncular ancak gözlerini oynatırlar ama kırpmazlar. Çünkü seyircinin dikkatini dağıtıp filmin atmosferini kaçırıyor. Dün mesela gözlerimizi asla kırpmadan nasıl monolog okuyacağımızı öğrendik. Bunu yazınca aklıma yarınki ödev geldi hemen ezber yapmalıyım. Bir de isteyerek ve kendimizi üzmeden nasıl ağlayabileceğimizi gördük. Gerçi daha yapamadım ama yapıcam. Çok zevkli. 

Benim ödev yapmam lazım. Daha anlatacağım bolca ders var ama yarın hazırlıksız gidersem çok kötü olur.

Yakında gene görüşürüz. 


Bubu

8 Eylül 2010 Çarşamba

Okulun İlk Günü

Günler geldi geçti. :) Los Angelestaki ailemle olan günlerimin sonuna geliyorum artık. Cumartesi günü gidiyorlar burdan İstanbula. Ben de derslerim ve ilginç sınıf arkadaşlarım ve hocalarımla birlikte kalıyorum.
Bloguma yazmayalı baya olmuş. Bu dönem içinde bol bol LA'de dolaştım. Getty Center'a gittik mesela. Dünyaca ünlü tabloları gördük. Disneyland'e gittik çocukluğumuzu yaşadık ve Disneyland'de bir Türkle tanıştım. West Hollywood'da oturuyomuş ki benim evime çoook yakın. Neyse. Kısaca Los Angeles'ın altını üstüne getirdim. Sanırım 600 mil yol yaptım arabamla. Burada da mesafeler bir uzak ki.. İstanbulu aratmıyor çok şükür. En erken 1 saat önce çıkman lazım ki randevuya yetişebilesin.

Zaten başlıktan da anladığınız gibi, bugün okulum açıldı. Okulum ama ne okul. Okul demeye bin şahit ister. Nerde Şile Nerde NYFA. Şanslıyım ki evimden okulum 10 dakika yürür mesafe, gerçi eve dönerken yokuş çıkıyorum ama o da fitness yerine geçiyor. Sabahın körü saati okul yolu yani Universal Studioların yolu bir kalabalık anlatamam. Bu arada bu kalabalığın bir nedeni de stüdyolarda film çekiliyor şu anda. Aynı zamanda da Pirates of The Caribbean'ın seti inşa ediliyordu. MUHTEŞEM oluyo onu diyebilirim. Okulum çok ilginç bir bina. Bir yarısında Lost'un uçağı var. Bir yarısında Desperate Housewives'ın sokağı. Aralarında da bizim bina. Zaten o binalarda ve setlerde çekim yapma ve onların kostümlerini kullanma iznimiz varmış. Ne zevkli diil mi? Universal Back-lot deniyor bahsettiğim yere. Asıl filmler orda çekiliyor. Setler orda kuruluyor. 4 adet değişik konsept var. Meksika, NewYork,Avrupa,Western. Filmler bunlara uyduruluyor. İlginç filmlerden bir kaçı mesela: Back to Future'daki saat kulesi hepimiz hatırlarız. Minnacık bir yer. Üstelik şu an Spider Man çekileceği için saati de kaldırmışlar. Angels and Demons'da mesela Ewan McGregor'un paraşütle atladığı meydan. Küçücük 10 kişilik. Adamalr büyütüyor abi Prodüksyon şahaseri hepsi :)

Sınıfımı anlatıyım biraz da. Master öğrencisi 16 kişiyiz. Bunlardan bir tanesi 56 yaşında bir amca. Avusttralya ile Çin arasında adını bilmediğimiz bir adadan gelmiş. İlginç. Diğerleri  Ruslar, Amerikalılar, Kanadalılar, Çinliler, Japonlar, İspanyollar, Alman ve tabiki Meksikalılar var. Meksikalı çocuklarla- Juan ve Denise- aynı zamanda aynı sitede oturuyoruz. Juan isimli olanda ise hiç Meksikalı tipi yok. Adam redhead, yani kızıl kafa çilli bişey. Tanıştığımız zaman bana ilk Tarkanı sordular. Orda bile meşhurmuş adam. Helal.

Diğer bir yeni arkadaşımın ise babası Air Force'da çalışıyomuş ve iki sene Türkiyede kalmışlar,İncirlikte. Adımı söylediğimde en doğru telaffuz eden oydu. Meğerse Türkiyedeyken Burcu adında bir arkadaşı varmış.

Bu arada bana burda Burcu diye hitap eden neredeyse sıfır. Bana burda ACE diyolar. Ayse'yi böyle okuyolar.

İlk günüm okulda, fotoğraf çekimleri, doğaçlama dersi ve oryantasyonla geçti. Çok Zevkliydi. Oley, Yaşasın, ZPZP.


Umarım hep böyle gider. Amin.

Bu arada yarın okul tatil. Yani bugün açıldı yarın tatil. Rosh Hashanah'ı kutluyoruz.




Sevgiler. :)

19 Ağustos 2010 Perşembe

"There is a great prosperity for you in the world of Entertainment"

Los Angeles çok güzel bir yermiş. Burda olduğumdan demiyorum. Havası güzel, suyu güzel ve çok kozmopolit. İstanbuldaki o bunaltıcı sıcak yok püfür püfür. 

Sabah kalkınca, işe nerden başlasak dedik ve önce bir ev bakalım diye yola çıktık. Sonuç: İlk baktığımız evi tuttuk önce dedim ki ilk bakılan yer kiralanır mı belki daha güzeli vardır vs.. fakat çok içimize sindi. Özel bir yurt gibi. Fotoğraflarını koyucam zaten. Ha bir de  okula çok yakın. Okul derken, stüdyolar bildiğin. Bu kadar içinde olduğumuzu bilmiyordum. Şaka gibi. O setler o kadar şirin ki içine girip evcilik oynayasım geldi. Hele Desperate Housewives'ın çekildiği evler şekerden gibi. Hansel ve Gratel evleri gibi hayalimdeki. Mor salkımlı filan çok şirin. Tabi setlerde gezerken elini kolunu sallayıp direk celebrity'lere çatmıyosun. Setlerde çekim olduğu zaman set girişini kapıyolarmış normal olarak. Bir de Spider Man'in yenisi çekilicekmiş Eylülde çekimlere başlanıyomuş, onun hazırlıkları vardı tam 14 tane büyük karavan. Jaws, Elm Sokağı Kabusu, Desperate Housewives, Seabiscuit, 40year old virgin, Grinch, Mamma Mia, Princess Diaries, Angels and Damons çekilen filmlerin sadece bir kaçı. 

İkincisi ilginç bir olaydı. Bize evi gezdiren Scott, bana Headshot'umun olup olmadığını sordu. Headshot, bir aktris için en gerekli şey. CV'sinde bu resmi bulunduruyosun vesikalığın hallicesi. Ben neden dedim? Onun cevabı: "You look more of an actress than a student. People may ask your headshot. You should get one." Ne diyeyim bilemedim ama hoşuma gitmedi değil. 


Üçüncüsü ise hakikaten çok komikti. Akşam otele dönerken, yanımızda bir araba durdu. Üstü açık siyah bir BMW. Gerçi burda Mercedes/BMW gibi arabalara Honda muamelesi yapıyolar ama olsun. Gelen ses tanıdıktı. Yani tanıdık derken çığıran bir oryantal/arabesk ilginç bişey. Kafamı bir çevirdim, kara kuru esmer bir çocuk sağ küçük parmağında bir yüzük. Türkiyede olsa Urfalı dersin o derece ama LA de olunca bir ihtimal veremedim. Gazladı geçti yanımızdan. Annem ay ne kıro diyince döndü bir baktı. Ve işte sonra....Çocuk Türk çıktı. Tam çıkaramadım ama Nihat Doğan tarzı bişey dinliyodu. Bunu hakikaten hiç beklemiyodum. HAHAHAHAH. 


En güzelini en sona sakladım. Akşam yemeğini bir Çin lokantasında yedik. Yemeğin sonunda Fortune Cookie getirdiler. Annem Babam ve Ben, cookie'lerimizi açtık ve yedik. Benimkinin içinde ne mi yazıyodu: "THERE IS A GREAT PROSPERITY FOR YOU IN THE WORLD OF ENTERTAINMENT"



16 Ağustos 2010 Pazartesi

Veda

Şu an o kadar duygu yüklendim ki. Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyorum. Çarşamba günü yolculuğum başlıyor. Bugün, yakın arkadaşlarım bana minik bir veda düzenlemişler. İpom,İpek Yapraam,Pınarım,Cerenim,Wildim,Candaşcan.. hepsi gelmişler.

Aileyle ilk vedamı Çeşmeden dönerken yaptım. Anneannem o kadar üzüldü ki ona üzülme ağlama bile diyemedim. Neden böyle oldu bilmiyorum.

Bugün ise sıra onlardaydı. Kendi seçtiğim kardeşlerimde.. Arkadaşlarımda...

Hepsi gelmişler, sanki normal bir buluşma gibi, ben gitmicekmişim bir hafta sonra tekrar buluşucakmışız gibi.. Fakat hepimiz biliyoruz ki en yakın buluşmamız Aralıkta olucak.

Ayrılırken elime bir CD tutuşturdu Zubu bey."Bu ne dedim?" "Amerikada bak dedi. Söz ver yoksa döverim"Ben tez canlıyım dayanamam. Açtım baktım. Öyle güzel bir video hazırlamış ki.. Zaten huzursuzum, duygusalım bu aralar, dayanamadım :( fonda Serdar Ortaç çalıyodu. ona rağmen gözlerimden yaşlar indi aşağı.

Zubu Bey, bana bu hayatta en yakın olan. Her gün konuşmazsak veya haber almazsam eksiklik hissederim. Ortaokuldan beri yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi dersanede aynı sırayı, okulda aynı sınıfı, üniversitede aynı bölümü, yurtta aynı yatağı paylaştık. Mozaik pastanın diğer yarısını en isteyerek ona verdim. Kardeşim oldu, sırdaşım oldu. Ağladığımızdan çok güldük. Şimdi ağlatıyor kendisi beni. Hem de salya sümük. Lanet olsun.

Cerenim var sonra, az zamanda çok işler sığdırdığımız, yavaşladığımız, kendimize cilvelendiğimiz. Onu çok seviyorum.

Özlemim var Wildikuşum. Odayı paylaştığımız, anılar yaşadığımız, dedikodular yaptığımız, en çılgın üniversite dönemimizi onunla geçirdik Zubu Beyle. Her gün aksiyon yaşardık. Ne zevkliydi. Zaten üniversite hayatımın bir tek yurt dönemi güzeldi. O dönem Wildikuşla daha da anlamlı ve zevkli oldu.

İpeğim Yapraam. klavye başında kitledi beni şuan ne yazayım bilmiyorum. bir magnet almış bana üstünde "arkadaşlarımız, kendi seçtiğimiz ailelerimizdir."bu anlatıyor sanırım. doğru çok haklı ben seçtim ailemi ve çok mutluyum.

Pinim Tunum. En eski onu tanıyorum aslında. İlkokul koridorlarında birbirimizi görünce "canııııııııııım" derdik. Yıllar sonra arkadaş olduk. Dönem oldu tamamen zıttık birbirimize. Sitem etti bize, sitem ettik ona. Sonra dönem geldi yakınlaştık daha da kaynaştık. Zıtlıklar arasındaki uyumuz biz. Gerçi artık pek zıt da değiliz sanırım. Aklımda öyle kalmış işte.

İyiki Varsınız..

İyiki Sevmişim Sizi.


Arkamda bıraktıklarım görünenden daha çokmuş meğer. En çok da onları bırakmak koyuyor zaten. Ama geri dönünce elimde olanların değerini daha iyi anlayacağım. Biliyorum

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Makyaj Yapmayı nasıl öğrendiysem, Yemek yapmayı da öğrenebilirim.

Herkes bilir, benim yemekle pek aram yoktur. Yani aslında yemesini severim fakat yapmaya gelince işler bozulur. Gurme kıvamında bir anneannem olunca bizi -annem ve beni- hiç bir zaman mutfağa sokmamıştır. Babam mesela o da çok çok iyi bir gurme aşçıdır. O bana mutfakta küçük işler verir ve zevkle yaparım. Fakat Yüksel-anneannem- mutfağına girilmesinden hoşlanmaz, kalabalık yaptığımızı düşünür.

LA'e gitmeden önce aldı beni bir telaş. İç sesim "Ulan Amerikaya gidiyoruz fakat orda ne yer ne içerim, bir omlet yapmayı biliyorum bir makarnayı. Başka bi şey bildiğim yok.  Her gün fast food çekilmez zaten sağlıksız napıcam ben orda şimdi???!!!??" dedi. İç sesim dedi demesine bendeki panik daha da fazlalaştı. AÇ KALICAAAAAM diye.

İstanbulda gittim D&R'a, yemek kitapları bölümüne girdim. Bakıyorum "sağlıklı tarifler"olan kitaplara. Bir de York Test yaptırdım* Her b.ka intoleransım çıktı. Ne buğday yiyorum ne kayısı, ne inek sütü, ne peynir. Ancak Ayva yerim ben bu gidişle. Acaba ayva tatlısı mı öğrensem? Neyse sonuç olarak Aslıhan Sabancının Glütensiz Yemek tarifleri kitabını aldım. İçeriği de çok şirin. Öyle de kolay anlatıyor ki 5dakikada bitcek sanki. O derece.

Aldım koydum bavula. Ama o yetmez. Çeşmedeyim ya, Yüksel'e gittim. Yüksel "El ver baa" dedim. Neden dedi? "EE, Yemek yapıcam yoksa aç kalırım Amerikada dedim." En çok sevdiğim Zeytinyağlı Fasulye. Hem intoleransım da yok ona. YAŞASINNNNNN!

Geçtik biz Düdüklü Amcanın karşısına. Yüksel anlatıyo, ben dinliyorum. Ama öyle profesyonel ve ezbere anlatıyor ki, sanırsınız ben kırk yıllık aşçıyım bütün tarifleri hooop beynime çekiyorum.

Öyle bir şey olmadı tabii. Ben öğrenemedim. Dikkatim dağıldı. Zaten burda olcak iş diil bu. İş başa düşünce öğrenilir. Bir de ne yalan söyliyim, korkutum. Düdüklü Amcayı patlatırım filan diye. O patlatma da nasıl oluyorsa bilemedim. Korktum işte.

Sonuç olarak. Yemek yapma çabam ilk gün başarısızdı. Ama Aslıhan Sabancının kitabına güveniyorum. Orda çok kolay anlatılıyor yee.

Makyaj yapmaya da böyle başlamıştım, gerçi boya moya daha kolay gelmişti. Şimdi zeytin yağı mağı daha zor ve vıcık vıcık ama olsun. Şimdi cillop gibi fondöten/pudra sürüyorum, eye liner çekiyorum* hem de fırçayla. Bunları nasıl öğrendiysem, Zeytinyağlı fasulye de yapabilirim. Ulan istiyim yeter ki, Karnı yarık yapar, ellerimle açtığım mantıya antre olarak sunarım.



Saygılar.




*York Test: Besin İntoleransı testi. Hangi besinlere alerjiniz olduğunu filan gösteriyor. Şak diye. Yaptırdık ama her şeye intoleransım çıktı. Bakalım noolcak.

20 Temmuz 2010 Salı

Anneannem

Eveeeet. Uzun bir aradan sonra tekrar cici blog'uma yazabiliyorum. Çok mutluyum. Çeşmeye geldim ve "maceralarıma" burdan devam ediyorum. Yıllık anneanne ziyaretimi gerçekleştiriyorum ama bir farkla. Evde tadilat, tamirat, hafriyat, yüksek yoğunluk ve karışıklık var. Her yer her yerde.


Biraz anneannemden bahsediyim. Kendisi yengeç burcu. Yazları Çeşmede kışları ise Amerikada yaşar. Arada fırsat bulduğunda yani ilkbahar ve sonbahar aylarında ise İstanbula gelir, bizim alt katımızda yaşar. HARİKA yemek yapar. O kadar güzel yapar ki bütün yemekleri, bir kaç kere lokmalarımı alırken çatalı ısırıp dişimi kırma aktivitesini tamamlıyordum.

Yerinde duramaz. Yaşını söyleyip, bütün şimşekleri üstüme çekecek değilim. Çünki kendisinin nerede ne okuyacağı belli olmaz, bunu da okur vallahi yanarım. Ben onu bıraktığımda 69 yaşındaydı. Hala öyle...

Anneannem yerinde duramadığından, evde habire bir iş bir tadilat vardır. Bu sefer mutfak yapırıyor. Daha önce Banyo, Yatak Odası, Salon, Veranda vb. şeyler yaptırdı. Ayaklarını uzatıp bir oturayım demek yok. Dur durak bilmez bildiğini okur yürür gider.

Eş bulma konusunda da idolümdür. Kimseyi kolay kolay beğenmez. "Beni ne doktorlar ne mühendisler istedi de ben varmadım" repliğinin can bulmuş halidir. 93 kişi istemiş 94'üncüye varmış. Hadi yürü kim tutar seni. Daha 3-5 derken onun eline su dökemem.

Son olarak çok güzel dizleri vardır. Her şeyi güzel ama dizleri bir ayrı.


PS: Kıçınızı kaşıyın da nazar değmesin.

11 Temmuz 2010 Pazar

NYFA için Interview 1. gün

Başlık garip oldu biraz fakat anlayadığınız üzere, okula girmek için girdiğim interview da kendi başına bir maceraydı.

Bilenler bilir, anneannem kışları Floridada olduğundan kendimi bildim bileli sömestr tatilinde ailecek onun yanına gideriz. Ben de uzun yazışmalar sonucunda Admissions departmanında benimle ilgilenen adama interview'ım için Amerikada olduğum bir tarihi ayarlayalım dedim. "OK" dedi. Sonuçta bir tarih ayarladık. Saat 11 de beni arayacaklardı. Telefonu verdim ve gün gelince beni aldı bir heyecan bir heyecan. Sonuçta kabul edilip edilmeyeceğim tam belli değildi. Her şey o interview'a bağlıydı. Sabah arayacakları için o gün bütün gün evde oturmaya da gerek yoktu. Bittikten sonra dışarı çıkabilecektik:) OLEY.

O gün geldiğinde sabah erkenden kalktım. O kadar heyecanlıydım ki ilkokula başlayan çocuklar gibiydim. Geçtim telefonun başına. Bekliyorum Bekliyorum arayan yok. Saat 11 oldu. Kimse aramadı. 12 oldu arayan yok. Acaba telefon mu bozuk diyorum.1 oldu kimse aramıyor. Dedim heralde çok ciddiyetsiz bu okul. Beni de almayacaklar zaten.

O sırada dayım akıl ettirdi. "Burcu, kaçta arayacağız dediler?" "11 Pasific Standard Time" "EE, Amerikanın doğusuyla batısı arasında 3 saat fark var." Ben tabi o sıralarda dayanamayıp okulu aramıştım bile. "Pardon benim interview'ım vardı. Fakat kimse aramadı. Neden?" Kadın şaşırdı. "Pardon, daha kimse işe gelmedi size 1 saat sonra geri döneceğiz" Ben aradığımda orda saat sekizmiş meğer.

Biraz bekledim. Arayan sonran gene olmayınca, yarım saat sonra celallenmiş bir şekilde tekrar aradım ve en ufak bir karışıklığa akıl erdiremeyen Amerikalılar "Mavi Ekran" verdiler. Sonuç olarak günün randevuları "PİÇ" oldu. Benim Interview yalan oldu.

Hem ben şaşırdım, Hem de Amerikalılar...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Fıkra gibi.

Hep okulla ilgili şeyler anlatıcam diye bir kural yok elbette. İşte size başıma gelen gerçekten çok komik bir olay daha. Böyle şeyler hep mi beni buluyor yoksa yukardaki benimle kafa mı buluyor pek bilmiyorum.



Bir gün babamı aradım. İş saati ve haftaiçi bir gün olduğu için aklıma şüphelenmek gelmedi. Bir kadın çıktı. "iyi günler. murat beyle görüşebilir miyim?" "muratı neden aramıştınız?" "konuşmak için. uygun mu acaba?" "muratı nerden tanıyorsunuz" "kendisi babam da. konuşabilir miyim acaba?" o sırada telefonun diğer ucundakinin yeni başlayan bir sekreter olduğunu düşündüm. kadın "konuşamazsınız" diyip telefonu suratım kapadı. ben şaşırdım tabi. iki dakika geçmeden kadın tekrar aradı. "kocamdan ne istiyorsunuz?" ben de tutulup kalmıştım. kadına yanlış numarayı aradığımı söyledim. gerçekten de öyleydi. beni aradığında numaraya bir baktım ki 533 yerine numarayı 532 li çevirmişim. kadını arayıp "hanımefendi benim babam olan başkası. kocanız sizi seviyor ve aldatmıyor. kusura bakmayın yanlış aramışım" dedim.



Bu hikaye demin başka birisinin aynı hatayı yapıp babamı aramasıyla aklıma geldi ve yazma ihtiyacı hissettim. Telefondaki de muratla görüşmek istemiş babam da buyrun benim diyince ama benim aradığım muratın sesi daha değişik demiş.


Fıkra olsa böyle olurdu heralde.

F1 Vize Telaşım Başladı.

Öncelikle yağmurlu havaları ne kadar sevdiğimin farkına vardım. İnsanın üstüne bir dinginlik geliyor, bir mutluluk. Son zamanlarda üstümde bir gariplik vardı ki sormayın. Önce yaz mı kış mı belli olmayan bir hava sonra da F1 belası.

F1 belası diyorum çünkü yaşadığım stresi bir ben bilirim. AA bir de babam. Ondaki telaş ben de yoktu o derece. Sanki hayati bir mesele- biraz da öyle ama olsun. NYFAden önce bizi çok uyardılar, ciddi olun, bir iş görüşmesine gider gibi giyinin, bütün evraklarınız yanınızda olsun. Ben pek ciddiye almadım, fakat benim minik Pateramu bu işi çok çok ciddiye aldı. Bir gün eve bir geldi elinde iki büyük klasör. Hadi "Oryantasyona. Hangi dosyada ne var onu göstericem" dedi. Birinci dosya benim okulla ilgili bilgilerimi barındırıyo-kalıcak yer,kabul mektubu vs- diğeri ise kişisel bilgiler. Kişisel derken referans filan değil sadece. Tapular, annemle babamın diplomaları, evililk belgeleri, rotary belgeleri gibi ne kadar gereksiz şey varsa koymuş kendisi-temkinli tabi. "Amaç ne dedim?" "Görsünler neyimiz var diye" dedi. Bir dosya geçti elime. Bir baktım babam ve Maria Sharapovanın birlikte çekilmiş fotoğrafları. "Bu ne dedim?" Türkiyede ağırladığımız zaman çekilmişti, uluslarası biri diye onu da koydum" dedi. Beni aldı bir gülme. Orda Oryantasyonu kestik. Mavi Ekran vermiştim çünkü. Arşivciliğin de bir sınırı olmalı ama. Babam onu abartmış biraz. Gerçi arada iyi oluyor bu ama olsun.


Konsolosluğa gittiğimde ise iki koca dosya ile gelen bir tek ben vardım. Diğer insanlar tek yaprak bi belgeyle gelmişler. Ulan ya ben anormalim ya onlar dedikten sonra kendi anormalliğimi kabul ettim. Klasörlerimi taşıdığım sol kol beni o tarafa çekmeye başlamıştı zaten. Sıra bana geldiğinde kendimi ingilizce konuşmaya o kadar hazırlamıştım ki- sonuçta amerikada sayılırdım- suratımda sahte bi gülümsemeyle içeri girdim. Interview yapıcaklarını sanarken- nerden geldin, nereye gidiyosun, neden gidiyosun vs- surat tipi JOHN olan Amerikalı bir adam bana Amerikan aksanıyla "Miraba, vizey almıya mı gealdinız?" diye sordu. Suratımdaki sahte gülümsemeyle "İvet" dedim- o kadar şaşırıp gülme ihtiyacına girmiştim ki anlatamam- "Lutfean onca sağ sona sol elimizın parmaklarnı yapştiralım monitöre" dedi. Bu formaliteden sonra Interview için beklemeye başladım. Zaten bir şeye bakmadılar, muhtemelen araştırmalarını yapmışlardı. Vizemi karıştırırken tek bir sayfaya takıldılar. *Arap Ülkelerinin damgalarına* o bütün arab ülkeleri de sanki sözleşmiş gibi aynı sayfaya damga atmışlar. Suriye,Dubai, Ürdün, Mısır damgalarını görünce adam sordu Niden bu kıdar çok Arabistana gittinız. "Gezmeye sadece" Hıım. "Arıpça biliyurmusunuz? İsterseniz onu da konuşabilirim" "Yok bilmiyorum. Sadece İngilizce ve biraz Almanca o kadar. İsterseniz İngilizce konuşabiliriz." "Yok boyle iyı" dedi Konuşmamıza böyle Türkçeyle devam edip bitirdik.


Böylece Amerikan konsolosluğuna gidip de Interview'ına Türkçe giren bir insan oldum. Ne eğlenceli değil mi?

8 Temmuz 2010 Perşembe

Bir Hayalim Var: Son 10 Yılın Kısa Özeti

Küçüklüğümden beri bana sorulan "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" tarzındaki sorulara "Oyuncu" derdim. Bu 5 yaşındaykende böyleydi, 10 yaşındaykende, 15 yaşındaykende. Arkadaşlarım evcilik oynarlardı ben tiyatroculuk oynardım, en sevdiğim şey milleti işletip-telefondan değil tabi yüzyüze- bana inanmalarını sağlamaktı. Çünkü inanmalarını sağlamak benim oyunculuğuma verdikleri bir övgüydü. Babam bu yüzden bana yasaklamıştı çünkü her şeye inanıyordu.

Babaannemin kuzeni Şirin Teyze, tiyatro sanatçısıydı. Yale'de drama okumuştu, Haldun Dormen sınıf arkadaşıydı, Gencay Gürün kankasıydı. İçimden hep ama hep Şirin Teyzenin birazcıkta olsun genlerinin bana geçmiş olmasını dilerdim. Kendimi ona benzetirdim filan. Geçen kış ona gidip "ben de sizin yolunuzdayım, ailede ikinci bir oyuncu çıkacak" dediğimde bana "deli misin? bu iş yapılır mı? vazgeç bu sevdadan." dedi. Onun dediklerine çok değer vermeme rağmen ben vazgeçmedim, bütün ikazlara, itirazlara ve engellere rağmen istediğimi gerçekleştirmektim. Çünkü bir insanın ancak sevdiği ve mutlu olduğu işi yaparsa başarılı olabileceğini biliyordum. Bunu görmüştüm. Eğitim hayatım bana bunun en büyük örneğiydi.

Bütün amacım oyunculuk okumaktı demiştim ya- o zaman neden konservatuar sınavlarına girmedin demeyin-, ailemin tek şartı vardı. Üniversiteyi "Üniversitede okumak yani elle tutulur bir "bilimde" okumaktı. Şu anki aklım olsa hiç birisini dinlemem konservatuar sınavlarına girerdim. Ama ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Kabul ettim. Eğer onların istediğini yaparsam onlar da bana master'a oyunculuk okumama karışmayacaklardı. Anlaşmamız süperdi. ÖSS'ye girdim. Puanlarım geldi. Fena değildi. Yabancı Dil olduğum için en rahat Dil Edebiyatlara girebiliyordum. Benim de amacım buydu. İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyup, yurtdışına gitmek.

Işık Üniversitesini, puanımdan çok yüksek diye, büyükbabamın vasiyetiydi diye yazmıştım. O sene puanlar çok düştü. Ben bir anda kendimi IŞIK ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ'nü kazandım. 1 hafta şoktan çıkamadım. Ben politikadan anlamazdım, sevmezdim, sıkılırdım, TV'de başbakan çıkınca TV'yi kapardım ve bana Politika okutucaklardı.

İlk sene çok azimliydim. Bir sürü AA getirdim filan. Ama bir sorun vardı: Benim burda ne işim var? İkinci sene bi çocuğun peşinden gittim. Peşinden gidicem diye notlarım düştü, hayallerimden vazgeçme noktasına geldim. O zamanlar ne düşündüğümü ben de bilmiyorum. Çocukmuşum işte. Üçüncü sene de notlarım düşmeye devam etti. Dersler zorlaşmıştı, ben dersleri anlamıyordum, sınıfta o kadar azimli insanlar vardı ki eziliyordum. Karşılaştırmalı Edebiyata yatay geçiş yapmayı bile düşündüm. Bunun yanında gene aşk hayatımdaki karışıklıklar devam etti. Üçüncü sınıf biterken 4'e geçerken bi silkelendim. Ya bu deveyi güdecek ya bu diyardan gidecektik çünkü. Ben deveyi gütmeyi seçtim. 4. sınıfta notlarım yükseldi ve ben yarım dönem fazlayla mezun oldum. OH BE. Başarılı olamamamın sebebi %10 ders çalışmamam, %15 Şile, %25 arkadaşlar,%50 bölümü sevmememdi. Kıssadan Hisse: Sevdiğiniz işi yapın. Anneannem tabikide benim 4 buçuk sene sonunda hayalimden vazgeçip, dışişilerinde büyükelçi olmamı istedi. Master'a gidicem her şey ayarlandı, hala bu isteği devam ediyor. Bir yerden dönüp, Büyükelçi/Konsolos olucağımdan emin gibi.

Mezun olunca bu sefer işimi şansa bırakmamam gerektiğini biliyordum. Bütün okulları araştırdım. Nereler iyi eğitim verir sinema konusunda, ne artıları vardır hepsini biliyordum. Sonunda New York Film Academy'de karar kıldım. NYFA hem master's degree veriyordu, hem iyiydi, hem de Universal Studiolardaydı. Daha ne olsun ama dimi?

Yeni Gelen Ne Yapar?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Aslında bilemiyorum. Ne yapmalıyım blog nasıl yazılır hiç bir fikrim yok. Sadece içimden bir ses Los Angeles'ta çok ilginç şeylerle karşılaşacağım yönde. İste o yüzden böyle bir blog oluşturma hissine büründüm. Bir anda hiç aklımda yokken "Ya Ben bi Blog yazsam ne olur acaba" dedim ve işte burdayım şuanda.

Üniversiteden mezun olduktan sonra yani diplomamı aileme yolladıktan sonra aldı beni bir düşünce. Bu bir dönemi iyi değerlendirmeliyim dedim kendi kendime. Önce Göz Ameliyatı olup, gözlerimi lazerlettim. Çok memnunum. Herkese tavsiye ederim. Sabah kalkıp gözlük/lens aramamak çok zevkli bir şeymiş. İkinci olarak, kilo verdim. Şuan 6 kilo gitti. Kilo verdiğimi herkes farkediyo nedense bir tek ben farkedemiyorum. Bunlar fiziksel değişimlerdi. Sonra Can-Arsen Gürzap'ın oyunculuk eğitimine başladım Dialog'da. Fakat ordaki kitlenin daha Shakespeare bile bilmeden/ okumadan oyuncu olmaya geldiğini görünce veya Hamleti işlediğimiz derste 14 kişiden sadece 2 kişi olunca insan bir yadırgıyor, bir soğuyor ki sormayın. Tiyatro Kuramı dersine bir gün gittim ve sınıfta tek ben vardım. Neyse bunlar benim Amerikaya gitmeden önce kendimi geliştireyim diye yapmak istediğim şeylerdi, yaptımda.

Amerikaya New York Film Academy'e kabul olma maceram ise ayrı bir "fenomen". Fenomen diyorum çünkü çok komik. Sabah kalkıyorum ve inanamıyorum. kendime geldikten sonra soruyorum. "Yani şimdi ben Los Angeles'a mı gidiyorum?" Bu sorunun cevabı kocaman bir EVET.