24 Temmuz 2010 Cumartesi

Makyaj Yapmayı nasıl öğrendiysem, Yemek yapmayı da öğrenebilirim.

Herkes bilir, benim yemekle pek aram yoktur. Yani aslında yemesini severim fakat yapmaya gelince işler bozulur. Gurme kıvamında bir anneannem olunca bizi -annem ve beni- hiç bir zaman mutfağa sokmamıştır. Babam mesela o da çok çok iyi bir gurme aşçıdır. O bana mutfakta küçük işler verir ve zevkle yaparım. Fakat Yüksel-anneannem- mutfağına girilmesinden hoşlanmaz, kalabalık yaptığımızı düşünür.

LA'e gitmeden önce aldı beni bir telaş. İç sesim "Ulan Amerikaya gidiyoruz fakat orda ne yer ne içerim, bir omlet yapmayı biliyorum bir makarnayı. Başka bi şey bildiğim yok.  Her gün fast food çekilmez zaten sağlıksız napıcam ben orda şimdi???!!!??" dedi. İç sesim dedi demesine bendeki panik daha da fazlalaştı. AÇ KALICAAAAAM diye.

İstanbulda gittim D&R'a, yemek kitapları bölümüne girdim. Bakıyorum "sağlıklı tarifler"olan kitaplara. Bir de York Test yaptırdım* Her b.ka intoleransım çıktı. Ne buğday yiyorum ne kayısı, ne inek sütü, ne peynir. Ancak Ayva yerim ben bu gidişle. Acaba ayva tatlısı mı öğrensem? Neyse sonuç olarak Aslıhan Sabancının Glütensiz Yemek tarifleri kitabını aldım. İçeriği de çok şirin. Öyle de kolay anlatıyor ki 5dakikada bitcek sanki. O derece.

Aldım koydum bavula. Ama o yetmez. Çeşmedeyim ya, Yüksel'e gittim. Yüksel "El ver baa" dedim. Neden dedi? "EE, Yemek yapıcam yoksa aç kalırım Amerikada dedim." En çok sevdiğim Zeytinyağlı Fasulye. Hem intoleransım da yok ona. YAŞASINNNNNN!

Geçtik biz Düdüklü Amcanın karşısına. Yüksel anlatıyo, ben dinliyorum. Ama öyle profesyonel ve ezbere anlatıyor ki, sanırsınız ben kırk yıllık aşçıyım bütün tarifleri hooop beynime çekiyorum.

Öyle bir şey olmadı tabii. Ben öğrenemedim. Dikkatim dağıldı. Zaten burda olcak iş diil bu. İş başa düşünce öğrenilir. Bir de ne yalan söyliyim, korkutum. Düdüklü Amcayı patlatırım filan diye. O patlatma da nasıl oluyorsa bilemedim. Korktum işte.

Sonuç olarak. Yemek yapma çabam ilk gün başarısızdı. Ama Aslıhan Sabancının kitabına güveniyorum. Orda çok kolay anlatılıyor yee.

Makyaj yapmaya da böyle başlamıştım, gerçi boya moya daha kolay gelmişti. Şimdi zeytin yağı mağı daha zor ve vıcık vıcık ama olsun. Şimdi cillop gibi fondöten/pudra sürüyorum, eye liner çekiyorum* hem de fırçayla. Bunları nasıl öğrendiysem, Zeytinyağlı fasulye de yapabilirim. Ulan istiyim yeter ki, Karnı yarık yapar, ellerimle açtığım mantıya antre olarak sunarım.



Saygılar.




*York Test: Besin İntoleransı testi. Hangi besinlere alerjiniz olduğunu filan gösteriyor. Şak diye. Yaptırdık ama her şeye intoleransım çıktı. Bakalım noolcak.

20 Temmuz 2010 Salı

Anneannem

Eveeeet. Uzun bir aradan sonra tekrar cici blog'uma yazabiliyorum. Çok mutluyum. Çeşmeye geldim ve "maceralarıma" burdan devam ediyorum. Yıllık anneanne ziyaretimi gerçekleştiriyorum ama bir farkla. Evde tadilat, tamirat, hafriyat, yüksek yoğunluk ve karışıklık var. Her yer her yerde.


Biraz anneannemden bahsediyim. Kendisi yengeç burcu. Yazları Çeşmede kışları ise Amerikada yaşar. Arada fırsat bulduğunda yani ilkbahar ve sonbahar aylarında ise İstanbula gelir, bizim alt katımızda yaşar. HARİKA yemek yapar. O kadar güzel yapar ki bütün yemekleri, bir kaç kere lokmalarımı alırken çatalı ısırıp dişimi kırma aktivitesini tamamlıyordum.

Yerinde duramaz. Yaşını söyleyip, bütün şimşekleri üstüme çekecek değilim. Çünki kendisinin nerede ne okuyacağı belli olmaz, bunu da okur vallahi yanarım. Ben onu bıraktığımda 69 yaşındaydı. Hala öyle...

Anneannem yerinde duramadığından, evde habire bir iş bir tadilat vardır. Bu sefer mutfak yapırıyor. Daha önce Banyo, Yatak Odası, Salon, Veranda vb. şeyler yaptırdı. Ayaklarını uzatıp bir oturayım demek yok. Dur durak bilmez bildiğini okur yürür gider.

Eş bulma konusunda da idolümdür. Kimseyi kolay kolay beğenmez. "Beni ne doktorlar ne mühendisler istedi de ben varmadım" repliğinin can bulmuş halidir. 93 kişi istemiş 94'üncüye varmış. Hadi yürü kim tutar seni. Daha 3-5 derken onun eline su dökemem.

Son olarak çok güzel dizleri vardır. Her şeyi güzel ama dizleri bir ayrı.


PS: Kıçınızı kaşıyın da nazar değmesin.

11 Temmuz 2010 Pazar

NYFA için Interview 1. gün

Başlık garip oldu biraz fakat anlayadığınız üzere, okula girmek için girdiğim interview da kendi başına bir maceraydı.

Bilenler bilir, anneannem kışları Floridada olduğundan kendimi bildim bileli sömestr tatilinde ailecek onun yanına gideriz. Ben de uzun yazışmalar sonucunda Admissions departmanında benimle ilgilenen adama interview'ım için Amerikada olduğum bir tarihi ayarlayalım dedim. "OK" dedi. Sonuçta bir tarih ayarladık. Saat 11 de beni arayacaklardı. Telefonu verdim ve gün gelince beni aldı bir heyecan bir heyecan. Sonuçta kabul edilip edilmeyeceğim tam belli değildi. Her şey o interview'a bağlıydı. Sabah arayacakları için o gün bütün gün evde oturmaya da gerek yoktu. Bittikten sonra dışarı çıkabilecektik:) OLEY.

O gün geldiğinde sabah erkenden kalktım. O kadar heyecanlıydım ki ilkokula başlayan çocuklar gibiydim. Geçtim telefonun başına. Bekliyorum Bekliyorum arayan yok. Saat 11 oldu. Kimse aramadı. 12 oldu arayan yok. Acaba telefon mu bozuk diyorum.1 oldu kimse aramıyor. Dedim heralde çok ciddiyetsiz bu okul. Beni de almayacaklar zaten.

O sırada dayım akıl ettirdi. "Burcu, kaçta arayacağız dediler?" "11 Pasific Standard Time" "EE, Amerikanın doğusuyla batısı arasında 3 saat fark var." Ben tabi o sıralarda dayanamayıp okulu aramıştım bile. "Pardon benim interview'ım vardı. Fakat kimse aramadı. Neden?" Kadın şaşırdı. "Pardon, daha kimse işe gelmedi size 1 saat sonra geri döneceğiz" Ben aradığımda orda saat sekizmiş meğer.

Biraz bekledim. Arayan sonran gene olmayınca, yarım saat sonra celallenmiş bir şekilde tekrar aradım ve en ufak bir karışıklığa akıl erdiremeyen Amerikalılar "Mavi Ekran" verdiler. Sonuç olarak günün randevuları "PİÇ" oldu. Benim Interview yalan oldu.

Hem ben şaşırdım, Hem de Amerikalılar...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Fıkra gibi.

Hep okulla ilgili şeyler anlatıcam diye bir kural yok elbette. İşte size başıma gelen gerçekten çok komik bir olay daha. Böyle şeyler hep mi beni buluyor yoksa yukardaki benimle kafa mı buluyor pek bilmiyorum.



Bir gün babamı aradım. İş saati ve haftaiçi bir gün olduğu için aklıma şüphelenmek gelmedi. Bir kadın çıktı. "iyi günler. murat beyle görüşebilir miyim?" "muratı neden aramıştınız?" "konuşmak için. uygun mu acaba?" "muratı nerden tanıyorsunuz" "kendisi babam da. konuşabilir miyim acaba?" o sırada telefonun diğer ucundakinin yeni başlayan bir sekreter olduğunu düşündüm. kadın "konuşamazsınız" diyip telefonu suratım kapadı. ben şaşırdım tabi. iki dakika geçmeden kadın tekrar aradı. "kocamdan ne istiyorsunuz?" ben de tutulup kalmıştım. kadına yanlış numarayı aradığımı söyledim. gerçekten de öyleydi. beni aradığında numaraya bir baktım ki 533 yerine numarayı 532 li çevirmişim. kadını arayıp "hanımefendi benim babam olan başkası. kocanız sizi seviyor ve aldatmıyor. kusura bakmayın yanlış aramışım" dedim.



Bu hikaye demin başka birisinin aynı hatayı yapıp babamı aramasıyla aklıma geldi ve yazma ihtiyacı hissettim. Telefondaki de muratla görüşmek istemiş babam da buyrun benim diyince ama benim aradığım muratın sesi daha değişik demiş.


Fıkra olsa böyle olurdu heralde.

F1 Vize Telaşım Başladı.

Öncelikle yağmurlu havaları ne kadar sevdiğimin farkına vardım. İnsanın üstüne bir dinginlik geliyor, bir mutluluk. Son zamanlarda üstümde bir gariplik vardı ki sormayın. Önce yaz mı kış mı belli olmayan bir hava sonra da F1 belası.

F1 belası diyorum çünkü yaşadığım stresi bir ben bilirim. AA bir de babam. Ondaki telaş ben de yoktu o derece. Sanki hayati bir mesele- biraz da öyle ama olsun. NYFAden önce bizi çok uyardılar, ciddi olun, bir iş görüşmesine gider gibi giyinin, bütün evraklarınız yanınızda olsun. Ben pek ciddiye almadım, fakat benim minik Pateramu bu işi çok çok ciddiye aldı. Bir gün eve bir geldi elinde iki büyük klasör. Hadi "Oryantasyona. Hangi dosyada ne var onu göstericem" dedi. Birinci dosya benim okulla ilgili bilgilerimi barındırıyo-kalıcak yer,kabul mektubu vs- diğeri ise kişisel bilgiler. Kişisel derken referans filan değil sadece. Tapular, annemle babamın diplomaları, evililk belgeleri, rotary belgeleri gibi ne kadar gereksiz şey varsa koymuş kendisi-temkinli tabi. "Amaç ne dedim?" "Görsünler neyimiz var diye" dedi. Bir dosya geçti elime. Bir baktım babam ve Maria Sharapovanın birlikte çekilmiş fotoğrafları. "Bu ne dedim?" Türkiyede ağırladığımız zaman çekilmişti, uluslarası biri diye onu da koydum" dedi. Beni aldı bir gülme. Orda Oryantasyonu kestik. Mavi Ekran vermiştim çünkü. Arşivciliğin de bir sınırı olmalı ama. Babam onu abartmış biraz. Gerçi arada iyi oluyor bu ama olsun.


Konsolosluğa gittiğimde ise iki koca dosya ile gelen bir tek ben vardım. Diğer insanlar tek yaprak bi belgeyle gelmişler. Ulan ya ben anormalim ya onlar dedikten sonra kendi anormalliğimi kabul ettim. Klasörlerimi taşıdığım sol kol beni o tarafa çekmeye başlamıştı zaten. Sıra bana geldiğinde kendimi ingilizce konuşmaya o kadar hazırlamıştım ki- sonuçta amerikada sayılırdım- suratımda sahte bi gülümsemeyle içeri girdim. Interview yapıcaklarını sanarken- nerden geldin, nereye gidiyosun, neden gidiyosun vs- surat tipi JOHN olan Amerikalı bir adam bana Amerikan aksanıyla "Miraba, vizey almıya mı gealdinız?" diye sordu. Suratımdaki sahte gülümsemeyle "İvet" dedim- o kadar şaşırıp gülme ihtiyacına girmiştim ki anlatamam- "Lutfean onca sağ sona sol elimizın parmaklarnı yapştiralım monitöre" dedi. Bu formaliteden sonra Interview için beklemeye başladım. Zaten bir şeye bakmadılar, muhtemelen araştırmalarını yapmışlardı. Vizemi karıştırırken tek bir sayfaya takıldılar. *Arap Ülkelerinin damgalarına* o bütün arab ülkeleri de sanki sözleşmiş gibi aynı sayfaya damga atmışlar. Suriye,Dubai, Ürdün, Mısır damgalarını görünce adam sordu Niden bu kıdar çok Arabistana gittinız. "Gezmeye sadece" Hıım. "Arıpça biliyurmusunuz? İsterseniz onu da konuşabilirim" "Yok bilmiyorum. Sadece İngilizce ve biraz Almanca o kadar. İsterseniz İngilizce konuşabiliriz." "Yok boyle iyı" dedi Konuşmamıza böyle Türkçeyle devam edip bitirdik.


Böylece Amerikan konsolosluğuna gidip de Interview'ına Türkçe giren bir insan oldum. Ne eğlenceli değil mi?

8 Temmuz 2010 Perşembe

Bir Hayalim Var: Son 10 Yılın Kısa Özeti

Küçüklüğümden beri bana sorulan "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" tarzındaki sorulara "Oyuncu" derdim. Bu 5 yaşındaykende böyleydi, 10 yaşındaykende, 15 yaşındaykende. Arkadaşlarım evcilik oynarlardı ben tiyatroculuk oynardım, en sevdiğim şey milleti işletip-telefondan değil tabi yüzyüze- bana inanmalarını sağlamaktı. Çünkü inanmalarını sağlamak benim oyunculuğuma verdikleri bir övgüydü. Babam bu yüzden bana yasaklamıştı çünkü her şeye inanıyordu.

Babaannemin kuzeni Şirin Teyze, tiyatro sanatçısıydı. Yale'de drama okumuştu, Haldun Dormen sınıf arkadaşıydı, Gencay Gürün kankasıydı. İçimden hep ama hep Şirin Teyzenin birazcıkta olsun genlerinin bana geçmiş olmasını dilerdim. Kendimi ona benzetirdim filan. Geçen kış ona gidip "ben de sizin yolunuzdayım, ailede ikinci bir oyuncu çıkacak" dediğimde bana "deli misin? bu iş yapılır mı? vazgeç bu sevdadan." dedi. Onun dediklerine çok değer vermeme rağmen ben vazgeçmedim, bütün ikazlara, itirazlara ve engellere rağmen istediğimi gerçekleştirmektim. Çünkü bir insanın ancak sevdiği ve mutlu olduğu işi yaparsa başarılı olabileceğini biliyordum. Bunu görmüştüm. Eğitim hayatım bana bunun en büyük örneğiydi.

Bütün amacım oyunculuk okumaktı demiştim ya- o zaman neden konservatuar sınavlarına girmedin demeyin-, ailemin tek şartı vardı. Üniversiteyi "Üniversitede okumak yani elle tutulur bir "bilimde" okumaktı. Şu anki aklım olsa hiç birisini dinlemem konservatuar sınavlarına girerdim. Ama ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Kabul ettim. Eğer onların istediğini yaparsam onlar da bana master'a oyunculuk okumama karışmayacaklardı. Anlaşmamız süperdi. ÖSS'ye girdim. Puanlarım geldi. Fena değildi. Yabancı Dil olduğum için en rahat Dil Edebiyatlara girebiliyordum. Benim de amacım buydu. İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyup, yurtdışına gitmek.

Işık Üniversitesini, puanımdan çok yüksek diye, büyükbabamın vasiyetiydi diye yazmıştım. O sene puanlar çok düştü. Ben bir anda kendimi IŞIK ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ'nü kazandım. 1 hafta şoktan çıkamadım. Ben politikadan anlamazdım, sevmezdim, sıkılırdım, TV'de başbakan çıkınca TV'yi kapardım ve bana Politika okutucaklardı.

İlk sene çok azimliydim. Bir sürü AA getirdim filan. Ama bir sorun vardı: Benim burda ne işim var? İkinci sene bi çocuğun peşinden gittim. Peşinden gidicem diye notlarım düştü, hayallerimden vazgeçme noktasına geldim. O zamanlar ne düşündüğümü ben de bilmiyorum. Çocukmuşum işte. Üçüncü sene de notlarım düşmeye devam etti. Dersler zorlaşmıştı, ben dersleri anlamıyordum, sınıfta o kadar azimli insanlar vardı ki eziliyordum. Karşılaştırmalı Edebiyata yatay geçiş yapmayı bile düşündüm. Bunun yanında gene aşk hayatımdaki karışıklıklar devam etti. Üçüncü sınıf biterken 4'e geçerken bi silkelendim. Ya bu deveyi güdecek ya bu diyardan gidecektik çünkü. Ben deveyi gütmeyi seçtim. 4. sınıfta notlarım yükseldi ve ben yarım dönem fazlayla mezun oldum. OH BE. Başarılı olamamamın sebebi %10 ders çalışmamam, %15 Şile, %25 arkadaşlar,%50 bölümü sevmememdi. Kıssadan Hisse: Sevdiğiniz işi yapın. Anneannem tabikide benim 4 buçuk sene sonunda hayalimden vazgeçip, dışişilerinde büyükelçi olmamı istedi. Master'a gidicem her şey ayarlandı, hala bu isteği devam ediyor. Bir yerden dönüp, Büyükelçi/Konsolos olucağımdan emin gibi.

Mezun olunca bu sefer işimi şansa bırakmamam gerektiğini biliyordum. Bütün okulları araştırdım. Nereler iyi eğitim verir sinema konusunda, ne artıları vardır hepsini biliyordum. Sonunda New York Film Academy'de karar kıldım. NYFA hem master's degree veriyordu, hem iyiydi, hem de Universal Studiolardaydı. Daha ne olsun ama dimi?

Yeni Gelen Ne Yapar?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Aslında bilemiyorum. Ne yapmalıyım blog nasıl yazılır hiç bir fikrim yok. Sadece içimden bir ses Los Angeles'ta çok ilginç şeylerle karşılaşacağım yönde. İste o yüzden böyle bir blog oluşturma hissine büründüm. Bir anda hiç aklımda yokken "Ya Ben bi Blog yazsam ne olur acaba" dedim ve işte burdayım şuanda.

Üniversiteden mezun olduktan sonra yani diplomamı aileme yolladıktan sonra aldı beni bir düşünce. Bu bir dönemi iyi değerlendirmeliyim dedim kendi kendime. Önce Göz Ameliyatı olup, gözlerimi lazerlettim. Çok memnunum. Herkese tavsiye ederim. Sabah kalkıp gözlük/lens aramamak çok zevkli bir şeymiş. İkinci olarak, kilo verdim. Şuan 6 kilo gitti. Kilo verdiğimi herkes farkediyo nedense bir tek ben farkedemiyorum. Bunlar fiziksel değişimlerdi. Sonra Can-Arsen Gürzap'ın oyunculuk eğitimine başladım Dialog'da. Fakat ordaki kitlenin daha Shakespeare bile bilmeden/ okumadan oyuncu olmaya geldiğini görünce veya Hamleti işlediğimiz derste 14 kişiden sadece 2 kişi olunca insan bir yadırgıyor, bir soğuyor ki sormayın. Tiyatro Kuramı dersine bir gün gittim ve sınıfta tek ben vardım. Neyse bunlar benim Amerikaya gitmeden önce kendimi geliştireyim diye yapmak istediğim şeylerdi, yaptımda.

Amerikaya New York Film Academy'e kabul olma maceram ise ayrı bir "fenomen". Fenomen diyorum çünkü çok komik. Sabah kalkıyorum ve inanamıyorum. kendime geldikten sonra soruyorum. "Yani şimdi ben Los Angeles'a mı gidiyorum?" Bu sorunun cevabı kocaman bir EVET.